MEHMET SÖNERCAN YAZDI: HAKİKAT VE MARİFET: AKLIN HARİTASI,KALBİN YOLCULUĞU
MEHMET SÖNERCAN YAZDI: HAKİKAT VE MARİFET: AKLIN HARİTASI,KALBİN YOLCULUĞU
İnsanoğlu yüzyıllardır aynı temel soruların peşinde: “Neden buradayım?”, “Bu evrenin anlamı ne?”, “Gerçek dediğimiz şey nedir?”
Bu sorulara verilen cevaplar zamanla değişti. Bilim, din, felsefe, sanat... Hepsi farklı şekillerde yanıt aradı. Ancak bu kadim arayışta hep iki kavram öne çıktı: Hakikat ve Marifet.
Hakikat, ulaşılmak istenen nihai gerçektir. Marifet ise o gerçeğe ulaşma, onu tanıma ve onunla bütünleşme süreci. Biri “bilgi”nin son noktasıdır, diğeri “idrak”in ve “yaşantı”nın adıdır. Ve bu ikisi arasındaki ince, ama derin bağ; çağlar boyunca düşünürlerin, bilginlerin ve mutasavvıfların temel tartışma konularından biri olmuştur.
Hakikat: Bilginin Ötesindeki Gerçek
İmam Gazali’nin deyimiyle hakikat, sadece bilmek değil; doğrudan idrak etmek demektir. Çünkü bilgi, her zaman gerçeği olduğu gibi yansıtmayabilir. Bazen bilgi, hakikatin gölgesi olur. Tıpkı gökyüzüne bakıp sadece bulutları görmek gibi; oysa bulutların arkasında bir güneş vardır ve onu ancak “başka bir gözle” görmek mümkündür.
Gazali, "el-Munkizu mine’d-dalâl" adlı eserinde yaşadığı epistemolojik krizi anlatır. Tüm bilgi yollarını sorgular: Duyu, akıl, mantık... Ve sonunda vardığı nokta şudur: Akıl değerlidir, ama sınırlıdır. Bazı hakikatlere ulaşmak için kalbin aydınlanmasına, yani ilhama ihtiyaç vardır.
Ona göre akıl, bilginin toplanması ve düzenlenmesi için bir araçtır. Ancak gerçek bilgelik, aklın bir noktada “susmayı” bilmesiyle başlar. İşte o suskunluk anında, kalp konuşmaya başlar.
Marifet: Kalbin Bildiği Şey
Tasavvufta “marifet”, sadece bir şeyi bilmek değil, o şeyle bütünleşmek anlamına gelir. Bu, zihinsel bir kavrayıştan ziyade, ruhsal bir yakınlıktır. Muhyiddin İbn Arabi, marifeti “doğrudan tanıma” olarak tanımlar. Ona göre, marifet aklın değil, kalbin işidir. Zihnin değil, varlığın bir halidir.
İbn Arabi’nin en dikkat çekici yorumlarından biri, “Mü’min kulun kalbi beni aldı” hadisi üzerinedir. O, bu ifadeyi şöyle yorumlar: Kalp, Tanrı’yı taşıyacak kadar geniş ve derindir. Çünkü marifet, Tanrı’yı uzakta aramak değil, kalpte bulmaktır.
Marifet sahibi kişi, bilgiyi yalnızca zihninde taşımaz; onu kalbinde yaşar, dilinde yansıtır, davranışında gösterir. Bu, artık "bilmek"ten çok, "olmak" haline gelir. Ve bu hâl, modern insanın unuttuğu, ama derinden özlediği bir varoluş biçimidir.
Modern Zihin: Bilgiyle Boğulan İnsan
Bugün bilgiye ulaşmak eskisinden çok daha kolay. Birkaç saniyede milyonlarca sayfa bilgiye ulaşabiliyoruz. Ama bu bolluk içinde, insan daha da yönsüzleşiyor. Çünkü bilgi var; ama hikmet yok. Harita elimizde; ama pusulamız kayıp.
Bu noktada, hem Gazali'nin hem de İbn Arabi’nin işaret ettiği şeye kulak vermek gerekiyor: Bilgi, seni bir yere kadar götürür. Ama o bilgiyi anlamlı kılacak olan şey, kalptir.
Kalp, sadece duyguların değil, aynı zamanda sezgisel kavrayışın da merkezidir. Bilimsel bir dille ifade etmek gerekirse: Kalp, “veri işlemeyi” bırakıp, “anlam üretmeye” başladığımız yerdir.
Tasavvuf geleneğinde sıkça anlatılan şu kıssa, bilgi ile marifet arasındaki farkı çarpıcı şekilde ortaya koyar:
Bâyezîd-i Bistâmî, bir gün gururla ilmini sergileyen bir müderrisle karşılaşır. Müderris, bildiklerini övünçle anlatırken Bâyezîd ona sadece bir soru sorar:
“Kendini de bildin mi?”
O an, bilgiyle dolu olan zihnin, kendini bilmekten ne kadar uzak olabileceği ortaya çıkar.
Çünkü marifet, kitaplardan değil; iç dünyadan doğar. Ve kimi zaman bir ömür bilgiyle dolu olmak, hakikatin kapısından içeri girmeye yetmez. Bu kapıyı açan şey, ancak arınmış bir kalp ve derin bir sezgidir.
Doğu ile Batı Arasında Bir Köprü
Bu yaklaşım sadece İslam düşüncesine özgü değil. Batı’da da benzer sezgisel bilgelik arayışları göze çarpar. Özellikle 20. yüzyılın başlarında, matematikçi ve filozof Henri Poincaré, bilimsel keşiflerin çoğunun akıl yürüterek değil, sezgiyle ortaya çıktığını vurgulamıştır.
Poincaré şöyle der:
“Mantık, sonuçları çıkarır; ama sadece sezgi bize yeni fikirler verir.”
Bu söz, İbn Arabi’nin “irfan” kavramını hatırlatmaz mı? Gazali’nin "kalbe doğan nur" dediği şey de tam olarak budur. Çünkü akıl, yalnızca bilinenleri düzenler. Sezgi ise bilinmeyeni görme cesareti verir.
Modern bilimin büyük sıçramaları da bu sezgi anlarında gerçekleşmiştir. Einstein’ın “hayal gücü bilgiden daha önemlidir” sözü de bu bağlamda anlaşılmalı. Çünkü bazen bilgi sınırlıdır, ama sezgi sınırsızdır.
İçsel Pusula: Akıl mı, Kalp mi?
Bu sorunun cevabı ne sadece akıldır, ne de sadece kalp. Esas mesele, bu ikisini uyum içinde çalıştırabilmekte. Gazali, aklı devreden çıkarmaz. Ama onun sınırlarını gösterir. İbn Arabi ise kalbin derinliğini anlatırken, aklı “kul” konumuna yerleştirir. Yani akıl hizmet eder; ama yolu kalp seçer.
Modern insan için bu denge hayati önemde. Çünkü ne salt bilgi bizi kurtarabilir, ne de salt sezgi. Yolculuğun tamamlanması için harita da gerekli, pusula da. Akıl, bu yolculuğun stratejisini çizer; ama yönü kalp gösterir.
Bilgiden Marifete, Aklın Ötesine
Bugünün insanı, dijital dünyada kaybolmuş bir seyyah gibi. Elinde binlerce harita var ama yolu bulamıyor. Çünkü yön duygusunu kaybetmiş. Bu yön, sadece bilgiyle değil, idrakle, yani marifetle geri kazanılabilir.
Gazali ve İbn Arabi'nin rehberliğinde, bu çağın insanı tekrar şu soruyu sormalı:
Ben sadece biliyor muyum, yoksa yaşıyor muyum?
Hakikat, bir kitapta yazılı değil. O, içimizde gizli. Ve marifet, işte o hakikati orada, kalpte bulmak.
Bu çağ, artık daha fazla bilgiye değil, daha fazla bilgeliğe muhtaç.
Ve bilgelik, sadece bilenlerin değil, hissedenlerin işidir.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.