Allah bize de umre yapmayı nasip etti. Ve umre yolculuğunda ilk durağımız Medine-i Münevvere oldu.
Resûlullah’ın şehri… Onun nuru, onun davası iman ve İslâm ile aydınlanan şehir.
Resûlullah’ın şehri… Onun nuru, onun davası iman ve İslâm ile aydınlanan şehir.
Dünyanın her tarafından milyonlarca Müslüman, Resûlullah ve sahabesinin gezdiği, mücadele ettiği ve medfun olduğu bu toprakları ziyaret ediyor.
Düşünüyorum:
Umre ve buradaki ziyaretler için gösterilen bütün bu gayret, zahmet ve çabalar, şuurla yapılmış, anlam ve hikmeti anlaşılmış olsaydı; Müslüman’ın hayatında, yaşadığı toplum ve devlette nasıl bir değişim ve dönüşüm olurdu?
Eğer bu kadar Müslüman, Resûlullah’ın sadece ibadet eden bir peygamber değil; aynı zamanda adaletli bir devlet başkanı, şeffaf bir yönetici, kul hakkından korkan, istişareye ve liyakate önem veren, küresel güçlerden değil, Allah’tan korkan bir lider ve aynı zamanda gerektiğinde bir savaş peygamberi olduğunu anlasaydık; ülkelerimizdeki liderlerinden de bunu istemez miydik?
Resûlullah’ın kabrini ziyaret için gösterdiğimiz çabayı, Resûlullah’ın ahlakını; nasıl bir aile reisi, nasıl bir öğretmen, nasıl bir tüccar, nasıl bir komşu ve nasıl bir arkadaş olduğunu öğrenmeye gösterseydik, toplumlarımız ve ülkelerimiz bu halde mi olurdu?
Resûlullah’ın kaldığı ve dolaştığı mekânları ziyaret için gösterdiğimiz gayreti, onun davasını, imanını ve İslâm’ı da doğru anlamak için gösterseydik; bugün İslâm beldelerinde rüşvet, torpil, adam kayırmacılık, yolsuzluk, hırsızlık, yalan ve talan sıradanlaşır mıydı? Devlet malı ve gücü, kişisel servet ve emellere dönüştürülür müydü? İktidar, zenginleşme ve farklı düşünenleri ezme aracı olur muydu? Bunu yapanlar sevilir ve desteklenir miydi?
Oysa Resûlullah’ın davası:
• Zalime karşı durmak, mazlumdan yana olmak,
• Kul hakkını titizlikle gözetmek,
• Rüşveti, yolsuzluğu, haksız kazancı haram kılmak,
• Gayesi ve hedefi; servet ve makam değil, insanlığı kurtarmak, tebliğ ve hizmet idi.
Bunu doğru bir şekilde anlamış olsaydık, İslâm coğrafyası ve liderleri bu halde mi olurdu?
Peygamber Efendimizi anlasaydık, “el-Emin” olan bir peygamberin ümmeti olarak kandıran, aldatan, yalan söyleyen bir toplum olur muyduk?
Düşünüyorum:
Müslüman kadının tesettürüne el uzatan Yahudi’ye savaş açan Peygamberimizi kavrasaydık; Gazze’de on binler şehid edilirken, bacılarımızın namusları tarumar edilirken, laf üreten ama müdahale etmeyen, hatta Yahudi ile işbirliği içinde olan liderleri destekler miydik?
Düşünüyorum:
Mescid-i Nebevî’de ibadet ederken, mescidlerin sadece ibadet edilen yerler değil; aynı zamanda istişarenin yapıldığı, kardeşliğin beslendiği, adaletin dağıtıldığı ve yeni stratejilerin belirlendiği merkezler olduğunu kavrasaydık; bugün mescidlerimiz kuru ve ruhsuz mekânlar haline gelir miydi?
Düşünüyorum:
Hz. Ebû Bekir’in (ra) kabrini ziyaret ederken, “Doğru gidersem bana uyun, eğrilirsem beni düzeltin.” demiş ve zengin iken fakirleşen bir devlet başkanını anlamış olsaydık; bugünkü yöneticiler, hesap vermez; adaletsizlik yapan, şatafat ve israf içinde yüzen, gizli ödenek bütçesine sahip liderler olabilir miydi?
Düşünüyorum:
Hz. Ömer’in (ra) kabrini ziyaret ettiğimizde, devlet malına el sürmediğini; aksine kendi maaşını bile kıstığını, adaletten milim sapmadığını anlamış olsaydık; bugünkü zenginleşen, iktidarın gücünü adalet için değil, emelleri için kullanan adaletsiz yöneticileri destekler miydik?
Düşünüyorum;
Uhudu ve okçular tepesini ziyaret ederken; Resulluhın emir ve yasaklarına uymamanın bedelini kavrasaydık, Resullulahın emir ve yasaklarını, hayatımızdan bu kadar kolay çıkarır mıydık?
Düşünüyorum:
Bu mübarek beldeleri ziyaret ederken, Abdullah bin Übey bin Selûl’ü de tanısaydık; ikiyüzlü siyasetçileri, makam hırsıyla ümmeti içeriden zayıflatan liderleri daha rahat tanımaz mıydık?
Evet
Medine, sadece ruhumuzu ve maneviyatımızı aydınlatan bir şehir değil; İslâm’ın devletleştiği, dünyamızı ve hayatımızın tümünü de aydınlatan bir şehir olarak görülmeli ve anlaşılmalıdır.
Ve kanaat getirdim ki;
Milyonlarca Müslüman’ın geçtiği bu mübarek beldelerde, Resûlullah’ın ve dört büyük halifenin devlet anlayışı ile sahabe-i kiramın iman ve İslâm anlayışını doğru anlamış olsaydık; kendimiz, toplumlarımız, ülkelerimiz ve İslâm diyarları bu halde olmazdı.
O halde bugün Müslümanların; iman, İslâm ve ibadetlerin mana ve hikmetini tekrar tekrar okumaya, anlamaya ve yaşamaya ihtiyacı vardır.
Vesselam.